Çarşamba, Eylül 27, 2006

Oh Lord, would you buy me a Mercedes-Benz?

Cumartesi, Ağustos 26, 2006

Kamu Sendikaları

Hükümetle memur zammı için pazarlık masasına oturan kamu sendikalarından Kamu-Sen miting yapıyormuş. KESK taleplerini güçlendirmek için iki günlük eylem kararı almış. Memurların toplu sözleşme hakkı varmış.

Açıkçası bu konuda kendimi tam bilgili görmüyorum. Ama bildiğim bir şey var. Memur, işçi gibi, önceden kendisinin de katılımıyla yapılan iş sözleşmesini imzalamaz, koşulları önceden tespit edilmiş bir statüye girer. Bu yüzden, memur olmaya karar verdiğinde, ne olacağını, ne alacağını bilir.

İşçi, kendisine sunulan koşulları beğenmediğinde, grev hakkına sahiptir. Ama bunun karşılığında işveren de grev yapan işçilerine koşulları varsa lokavt hakkını kullanabilir.

Ama bizim memlekette hiç kimse ne olduğunu, hangi kalıbın içinde durduğunu bilmediği / beğenmediği için, bizim memurlar sendika kurar, grevli - toplu sözleşmeli statü, maaş pazarlığı hakkı ister. Hükümet de, olmadık isteklere olmadık cevap verir, memura sendika hakkı tanır, ama bu ucube sendikanın, Sanayi Devriminden bu yana şekillenmiş gerçek anlamdaki sendikayla hiçbir benzerliği yoktur, tabela asar, sendika yöneticisi memurlara çıkar ve "yat" hakkı sağlar.

Ama öbür taraftan, adet yerini bulsun diye, pazarlık masasına iki taraf da olmadık isteklerle oturur. Devlet, size yüzde bir zam yapalım der, memur sendikası, saçma olduğunu bildiği halde yüzde oniki zam ister. Hani pazarlık masasına oturdu ya, tavizlerle istediği yere gelecek ya. Kayserili tüccar sanki... Sonra da, vay efendim istediğim olmuyor, bu hükümet memurunu sevmiyor, öbür sendika da zaten Hükümetin adamı, kendi memurunu korumuyor diye kendine prim çıkarmaya çalışır.

Halbuki bence, memur dediğin, en fazla dernek çatısı altında birleşebilir. Bu dernek, sendika anlamında yaptırım gücü olmaksızın, memur temsilcisi sıfatıyla görüşür, ama yok öyle grevmiş, memurla toplu sözleşmeymiş gibi deve mi, kuş mu olduğu belli olmayan işlerle uğraşmaz, uğraşamaz.

Bu yüzden, memur sendikasına da, bizim memleketin memur sendikalarına da inanmıyorum, güvenmiyorum.

Daha iyisini bilen varsa, bana da öğretsin.

Cuma, Ağustos 25, 2006

Fesüphanallah serisi

Radikal Gazetesinden bir haber: "...Kaş ilçesine 25 kilometre mesafede bulunan ve cuma gününden bu yana alev alev yanan Kıbrısçayı Kanyonu kaderine terk edilirken Orman Bakanı Osman Pepe, yangınlara müdahalede 'öncelikle insan'ı gözettiklerini söyledi. Ormana müdahale eden uçakların yetersizliğiyle ilgili eleştirileriyse "Avrupa'nın uçakları var ama vatan savunması yapar gibi çalışan ormancıları yok" diye yanıtladı. ..."

Heyt be, biz ki, bu toprakları orakla, tırpanla, imanla kazandık, biz ki, gürleyen toplara göğsümüzü siper ettik, biz ki, biz ki, Vatan, Millet, Sakarya! İşte biz böyle bir ecdadın böyle namlı çocuklarıyız...

Hangi ecnebi bizim kadar imanlı, bizim kadar fedakar, bizim kadar vatanperver, bizim kadar haysiyetli, sorarım size.

İşte, alın size bir örnek daha: Gavur Avrupalıların uçakları var ama, vatan savunması gibi çalışan ormancıları bile yok. Onların parayla, pulla yaptıklarını, biz imanla, inançla yapıyoruz. (Ah keşke teçhizatımız da olsa, hem insanı, hem değerlerimizi gözetsek ama, olsun; teçhizatımız olmazsa Vatan Millet Sakarya edebiyatımız var)

Kaş'a giderkenki rotamdır orası benim. Elmalı'dan çıkınca klimayı ve radyoyu kapatır, camları açar, cırcır böcekleriyle çam ve ardıç ağaçlarının kokusuyla inerdim Kaş'a. Kimsenin kullanabileceği bir yer deği orası. O kadar sarp ve derin bir vadi ki, ne yazlık olur, ne tarla. Bu nedenle, yangının söndürülememesini anlıyorum, hak da veriyorum. Düzlüğe yetişmesini önlemekten başka yapacak bir şey yok bence, onu da biliyorum. Bırak insanı, arazörü, uçak, helikopter bile giremez gerçekten. Ama bunu böyle, yok "insana değer veriyoruz", yok "elin Avrupalısında imkan var ama bizdeki bu yürek yok" söylemleriyle, bu ucuz palavralarla süslemeye ne gerek var? Çık adam gibi de ki, olmaz kardeşim, söndüremeyiz, anca çeviririz etrafını, yayılmadan sönmesini bekleriz.

Pluto yalan oldu...


Uluslararası Astronomi Birliği, Pluton'un artık bir gezegen olmadığına karar vermiş. Artık Pluton bir gezegen değil, Plutongiller'in isim babası olacakmış. Güneş Sisteminde dokuz değil, sekiz gezegen varmış. Bütün ansiklopedilerin, ders kitaplarının değişmesi gerekecekmiş.

Hadi hepsini anladım da, peki ne olacak çocukluğumuzun Pluto'su. Hani Pluton 1930'da keşfedildiğinde (başrol oynadığı 48 adet çizgifilm hariç) Micky Mouse ve kafasında kocaman kurdelesiyle gezen sevgilisi Mini'nin çok sevgili ve tuhaf köpeği ne olacak? Onu da mı ansiklopedilerden ve hatıralarımızdan sileceğiz. Pluto artık yok mu diyeceğiz? Yoksa ona sahip çıkmak için artık Miki Fare'nin köpeği Pluto'ya da sen artık köpek değil, faresin mi diyeceğiz?!

Bilim bütün romantizmimizi bir kere daha öldürdü...

Perşembe, Ağustos 17, 2006

Aklıma geldi, fıkra gibi

Ortaokulda İtalya'dan biri bizim sınıfa geldiğinde, bir arkadaşımız sormuştu: İtalyanlar Katolik mi, Protestan mı diye. Bizim saf cevap verdi, ne Katoliği Protestanı lan, onların hepsi Hristiyan.

Geçenlerde Bush'a Irak brifingi verirken anlatıyorlarmış "Sünniler şunu yapıyor, Şiiler bunu" diye. Bush kafasını kaşıyıp lafı yarıda kesmiş, "yahu ne Sünnisi, ne Şiisi" diye, "ben hepsini müslüman sanıyordum bunların..."

Böyle başa böyle tarak mı diye gülüp geçelim mi, ne günler görüyoruz diye hayıflanalım mı bilmiyorum. Benim gibi azılı bir liberali bile muhafazakara çevirecek bunlar herhalde.

Aklıma takılanlar...

Ben tuhafım galiba... Durdum durdum ama yine aklıma geldi, dellendim. İngiltere'deki "İslamcılar on tane uçağı havaya uçuracaklardı, onu engellemek için tüm uçuşların içine ettik" lafı fazla dezenformasyon, hatta yönlendirme kokmuyor mu? Orwell'in 1984'ünü hatırlatmıyor mu? Size beteri gösterelim, gözünüz korksun dedirtmiyor mu?

Üstelik tüm bunların, tam da İsrail'in Lübnan'da sivilleri vurmasına karşı - olduğu kadar - insanların sesini yükseltmeye başladığı zamana denk gelmesi ilginç değil mi? Yoksa birileri Anglo-Saksonların ve onlar vasıtasıyla "Batı Kültürünün" kafasına tokmakla mı vuruyor???

Ya da Amerikalıların İslamcı Faşistlerle Savaş Halinde Olması...

Ya da, New York Times'ta yayımlanan, müslümanların havaalanlarında daha sıkı aranması tavsiyesi...

Çarşamba, Ağustos 16, 2006

Haziran Günlüğü



Sonra... Sonra Haziran'da uçurtma uçurduk mesela. 1. Geleneksel Ayucuklar Uçurtma Şenliği düzenledik. Önce ayular gibi yedik onbeş kişi bir ineği, sonra Aybi'nin el emeği göz nuruyla yaptığı uçurtmayı uçuramadık. En çok da yaşı 5'ten küçük olanlar eğlendi bu sefer. Biz koşamadık uçurtmamız havalansın diye, en fazla göbeğimizi sıvazlayıp direktif verdik küçüklere. Olsun, rüzgar yoktu da ondandı, yoksa öyle göbekli olduğumuz ya da yaşlandığımız için değil yani...

Başka neler yaptım... Haziran'da yine Doğubayazıt'taydım mesela. Yine İshakpaşa Sarayına gittim. Bardaktan boşanırcasına yaz yağmuru altında hem de. Bir yanda güneş parlarken, Eski Bayazıt'a inanılmaz bir yağmur yağıyordu arabanın sileceklerinin yetişmeyeceği kadar.

Gerçi Saray kapalıydı o gün, ama o yağmurun ve o güneşin altında yine de görmeden edemezdim onu. Kapalı kapısının fotoğrafını çektim ben de, bir de camiin minaresinin:

Pazartesi, Ağustos 14, 2006

Koskoca üç ay...


Üç aydır yazmıyorum. Üç aydır Kuzu sitem ediyor "her gün bloguna bakıyorum, hiç mi yazmayacaksın" diye. Üç aydır siteye gelen otuz kişi vitrine bakıp içeri girmeden geri dönüyor.

Ama canım istemiyordu bunca zamandır yazmak. Şimdi istiyor mu, ondan da pek emin değilim açıkçası. Halbuki o kadar çok şey var ki yazacak.

Mesela Dünya Kupası... Haziran başında Almanya'daydım. Dünya Kupası maçları başlamadan evvel Berlin'de Brezilyalılarla samba yaptım festivalde, Berlin Ayılarından kaçıp top sektirdim. Hem de bu yandaki topu.

Sonra, ilk maçın olduğu haftasonu Münih'teydim. Sabah sabah bira - sosis kahvaltısı yaptım, tüm gün sarhoş gezdim, Münih Aslanlarıyla şakalaştım. İlgili fotoğrafları da flikr'a koydum.

Ayrı paragrafı hak eden bir şey daha yaptım, BMW'nin Ekim ayında piyasaya çıkaracağı F800ST modelini piyasaya çıkmadan önce denedim. Denedim dediysem öyle galericinin önünde gaza basmak değil ama. Cuma akşamından aldım, Cumartesi günü Bavyera dağ göllerini, Pazar günü ise Alman - Avusturya Alplerini turladım. İnanılmaz bir heyecan yaşadım. Avrupa'nın en iyi motor parkuru olduğu söylenen yollarda - ki abartmadan söyleyebilirim, hayatımın en heyecanlı bir saatiydi - 3. viteste, ama saatte 40 - 100 arasında sürekli değişen süratlerle, bir sağa bir sola yatarak motor kullandım. Hayatımda ilk defa bu kadar hızda bu kadar yüzüm yere yakın motor kullandım. 10 metre içinde sola 45 dereceden sağa 45 derece pozisyonuna geçtim. Motorcular arasında söylenen "yata yata motor kullanmak" deyiminin gerçekliğini idrak ettim. Ne yazık ki, o kadar kendimi kaptırdım ki, bir tane bile fotoğraf çekmedim. Alplerde Heidi'nin anneannesinin elinden limonlu biranın yanında patatesli yumurta yediğim şu mola anı dışında:

Ben öyle hız delisi bir motorcu değilimdir. Easy rider'ım yani. Öyle keyif keyif, rahat rahat kullanırım motoru. Ama, altında altı vitesli bir canavar olunca, otobanda hız sınırı da olmayınca, insan şöyle bir yoklamak istiyormuş gerçekten limitlerini. Ben 220'de pes ettim, daha yüksek hıza çıkmaya cesaret edemedim. Başını çevirmek bir yana, kaskının vizörü burnuna yapışıyormuş insanın o hızda. Daha da ilginci Einstein Abimiz doğru söylemiş izafiyet derken. 200'ün üzerinde artık sen sabit duruyorsun, çevrendeki her şey hareket etmeye başlıyor. Derinlik sarhoşluğu gibi birşey.

Neyse, şimdi artık motoru bisiklet gibi kullanıyorum, o derece bütünleştim artık motorla. Eskiden arabayı bir uzvum gibi kullanırdım, artık motorum da bir uzuv oldu sonunda.

Pazar, Mayıs 07, 2006

Moto GP

Geçen haftasonu MotoGP'deydik. Çok da iyi ettik.


Sıralama turlarının olduğu gün donduk, Balıkçı Temel moduna girdik.






Grand Prix günü yine donarız korkusuna motor yarışlarına motorla değil arabayla gittik, pişman olduk.


Paddock Girl ablalarını gördük, iç geçirdik.








Yarışları izledik mest olduk.